Booker Ödülü, Sophie Mackintosh,

Ben'in Bittiği Yerden Başlayan Bir Roman: Su Kürü

17.08.2021
Ben'in Bittiği Yerden Başlayan Bir Roman: Su Kürü

Özge Uysal

 

Su Kürü, Sophie Mackintosh’un ilk romanı. Bu ilk romanıyla 2018 yılında Booker Ödülü’ne aday gösterilen genç yazar, içinde yaşadığı dünyanın kendisine yansımalarını bir distopik feminist romana dönüştürmüş. Romanın feminist mesajlara sahip olduğu aşikâr ancak romanda önceliklendirilen karakterlerin dünyaları ve yaşananların onlara yansımaları olduğu için, kaynakların tükendiği bu dünyayı distopik bir cehenneme dönüştüren detaylar hakkında pek bilgi edinemiyoruz. Belki de bunu, içinde yaşadığımız dünyayı yeterince distopik bulan yazarın bilinçli tercihi olarak da okuyabiliriz. Romanla ilgili ürkütücü şeylerden biri, bu apokaliptik havanın ve yaşananların pek de imkânsız gelmemesi. Okurun, testosteron birliğine (bu ismi ben taktım, kitapta geçmiyor) ve öfkenin yıkıcı gücüne teslim olmuş dünyamızla ilgili sarsıcı ve tekinsiz bir okuma serüvenin peşinde sürükleneceğini söyleyebilirim.

 

Su Kürü üç ana kısımdan oluşuyor: baba, erkekler, kızkardeşlik. Romanda Grace, Lia ve Sky’ın ailesi, kızlarını dış dünyadaki kötülüklerden, toksinlerden, erkeklerden ve onların kendilerine hem fiziksel hem de ruhen verebilecekleri zararlardan korumak için bir araziye hapsediyor ve kızlar, dışarıdaki dünyada ne olduğundan bihaber şekilde hayatlarını sürdürüyorlar. Anneleri, erkin yani baba konumundaki testosteron birliği üyesinin kararları doğrultusunda yaşamaları ve babanın işaret ettiği tehlikelerden korunmaları için kızlarını katı bir disiplin içerisinde yetiştiriyor. Duyguların zehirli kabul edildiği bu yaşantıda bedenin sınırlarının zorlandığı uygulamalarla kızlar kendileri üzerinden bir hâkimiyet kurmaya alıştırılıyor. ¨Yıllar içinde güçlü duyguları nasıl hafifleteceğimizi, duyguları yalnızca sıkı kontrol altında nasıl eyleme dökeceğimizi ve serbest bırakacağımızı, acımıza nasıl sahip çıkacağımızı öğrendik. Duygularımı tülbende öksürebilir, suyun altındaki baloncuklar halinde kapana kıstırabilir, kanımdan akıtabilirim.¨ [1] Hâkimiyet erkte, yani babada ancak bu hâkimiyeti sağlamak için babanın hiçbir acı çekmesi gerekmiyor; ailelerinin itaatlerini garanti altına almak istedikleri bu üç kızkardeş hem duygusal hem de bedensel acılarla sınanarak büyümeye devam ediyor. Lakin bu kuşatılmışlığın da kızları korumaya yetmediği, Grace’in özel durumunun önce okura sezdirilmesi, sonra da açıklanmasıyla ortaya çıkıyor.

 

Romanda anlatıcı sık sık değişiyor; hikâyeyi ve yaşananların ağırlığı üç kızkardeş arasında dönüşümlü olarak anlatılıyor. Yaşananları Lia’nın aktarımıyla okurken erile direnmedeki başarısızlığı ve bunun varacağı yeri görüyoruz. Olanları Grace’in aktarımıyla okurken aile içi cinsel dürtülerin tehlikesi ve her koşulda kuralları takip etme dürtüsü öne çıkıyor. Bu roman için kolaylıkla sürükleyici ve akıcı sıfatlarını kullanabilirim ancak bu sıfatları kullanmamın nedeni olay örgüsü değil, kitapta okuru sayfalar ilerledikçe daha da etkisi altına alan tekinsizlik. Akışı ve gidişatı asla okurun öngörüsüne teslim etmeyen Mackintosh, romanın sonuna kadar bu kuşatılma hissiyle ve korku içerisinde sürdürülen, tekinsiz bir yaşamın hissettirdikleriyle okurun benliğini sarmalıyor. Kızkardeşlerin hayatını saran kuşatmanın ağırlığı, okuru, içinde yaşadığımız dünyada sonu gelmez tehlikelerin bizi kuşattığını anımsatması sebebiyle derinden etkileyebilir.

 

Romanda biyolojik kızkardeşlik bağının önemine ve bu bağın gücüne yapılan vurgu, en önemli noktalardan biri: ¨Birbirimizin ellerini sıkı sıkı tutuyoruz ki ben’in bittiği yerle kızkardeş’in başladığı sınır bulanıklaşsın.¨[2]  Kızkardeşlik bağı, romanın ve tüm bu tekinsiz anlatıyı bir arada tutan ana damar. Baba bir anda ortadan kaybolduğunda da adaya gelen yabancı erkeklerin reddedilemeyişinde de, annenin kaybında da ortadan kaybolmayan, şüphe durulmayan tek şey kızkardeşlik bağı. Mackintosh ve Su Kürü, güçlü olmak için bir arada durmamız gerektiğine, kızkardeşliğin gücüne ve tek başına ulaşılamayacak kurtuluşa da bu şekilde selam gönderiyor.

 

Akıldışılığın, bilinmezliğin, tereddüdün ve arzuların telaşsız bir anlatımla bir araya geldiği Su Kürü, dünya ve insanlar hakkında bize söylenenler ile şekillendirdiğimiz algımız hakkında da bizi şüpheye düşürüyor: Dünya ve sistem hakkında bildiğimizi düşündüğümüz şeylerle ilgili bilgilerimizi, endişelerimi ve gündelik hayat pratiklerimizi kimden öğrendik? Ve neden? Bizi tehlikelere karşı koruduklarını ve bize hizmet ettiklerini söyleyen devletler ve iktidarlar mı asıl korunmamız gereken? “İnsan insanın kurdudur,” diyen Hobbes’a itiraz edip, “Devlet insanın kurdudur,” desek bu temelden yükselen yeni bilgi alanımız nasıl şekillenirdi? Mackintosh’un Su Kürü’yle bana düşündürdükleri bunlar. Tedirginliği ve içsel sorgulamaları bol olan bir okuma serüvenine hazır olun.

 

 


[1] Sophie Mackintosh, Su Kürü, çev. Begüm Kovulmaz, Can Yayınları, İstanbul, 2019, s.30.

[2] Agy., s. 20.

 

Diğer Blog Yazıları

Tümünü gör