Barış, Stefan Zweig, Dünün Dünyası, Avrupa

Zweig’ın Otobiyografisi ya da Milliyetçi Sarhoşluktan Kaçış Rehberi

17.08.2021
Zweig’ın Otobiyografisi ya da Milliyetçi Sarhoşluktan Kaçış Rehberi

Biyografi yazarı olarak belki de akla gelecek ilk isim, Zweig. Dünün Dünyası da biyografilerden damıtılmış bir otobiyografi. İnsanı tuzağa düşürüyor: Biz tam kendi hikâyesini anlatacağını sanıyoruz, o kendine hafifçe değinip temas ettiklerinin hikâyelerine geçiyor. Hikâyesi hep kendinden fazlasını içeriyor. Zaten asıl niyetinin kendini anlatmak olmadığını daha kitabın açılışında açıklıyor:

 

Kendimi önemli bir kişi olarak görmediğim için yaşamöykümü başkalarına anlatmak bana hiçbir zaman cazip gelmemiştir. Ana kahramanı, daha doğrusu odak noktası ben olan bir kitap yazma yürekliliğini gösterebilmem için, tek bir kuşağın yaşamak zorunda kaldığı olaylardan, felaketlerden ve çetin sınavlardan çok daha fazlası gerekliydi. [1]

 

Zweig yazma yeteneğini bu tevazusuyla örüyor, yazmak için kulak vermenin ön şart olduğu bir tarzda ustalaşıyor. Bir insan gibi bir çağ da kendini ancak onun kadar mütevazı birine bu kadar rahat açabilir.

 

Dünün Dünyası bir hesaplaşma kitabı değil, tanıklık kitabı: felaketin yükselişine tanıklık. Savaş karşıtı bir adamın faşizmin yükselişi karşısında naifçe tanıklığı. Her şey olup bittikten sonra dönemi yaşayan birini naif bulmak kolay elbette, hiç kimse hayatını olası tüm felaketleri hesap ederek yaşayamaz. Zweig da her şeyin daha iyi olacağı umuduna sarılmak uğruna soru sormayı unutmuş ve gerçeğe gözlerini yummuş olan çağdaşlarını şu sözlerle eleştiriyor:

 

Hitler bir konuşmasında tek bir defa ‘barış’ sözcüğünü kullanınca, gazeteler sevinç çığlıkları atıp olup bitenleri unuttular ve Almanya’nın neden böyle çılgınca silahlandığını sormayı unuttular…[2]

 

Zweig, kitap boyunca geniş bir coğrafyaya tanıklık edebilmemizi sağlayan gezme aşkını, dar görüşlülüğü aşmak için bir fırsata çeviriyor:

 

Milliyetçiliğin bu baş döndürücü sarhoşluğuna kapılmamış olmamı, asla özel bir korkuya ya da ileri görüşlülüğe değil, şimdiye kadarki yaşam biçimime borçluydum. Daha iki gün öncesine kadar ‘düşman bir ülkede’ bulunuyordum…[3]

 

Avrupa’nın tamamını vatanı olarak görüyor. Demek ki Avrupa’yı tek bir vatan olarak görmek çok da yeni bir fikir değilmiş. Hem de, “şimdiki gençler”e Birinci Dünya Savaşı öncesinde pasaportsuz gezebildiğini anlatıyor. Bir dönem pasaportsuz sınır geçilebildiğini anlatan bir tarih kitabı var mıydı?  (Kendimizi bir yana bırakalım, biz tarihin kenarında kalan çocuklarız.) AB ülkeleri içinde pasaportsuz gezmek Avrupalılar açısından bir ilerleme sayılabilir miydi bunu bilseydik?

Ekonomik krizi fırsata çeviren ayyaşları da atlamamak lazım, onlar da yok resmî tarih kitaplarında. Komşu ülkesinin parasının değersizleşmesini oradan ucuza bir şeyler alma avantajına çeviren sıradan insanların hikâyesi:

 

Sonunda Alman makamları insanların ihtiyaç duydukları şeyleri kendi ülkelerindeki dükkânlar yerine daha ucuz bir kent olan Salzburg’dan satın almasını önlemek için bir sınır kontrol birliği oluşturuldu. Çünkü bir Alman markı yetmiş Avusturya kronu değerindeydi, bu yüzden Avusturya’dan gelen her mala gümrükte hemen el konuluyordu. Ama el konulamayan tek bir mal vardı, o da kişinin karnında taşıdığı biraydı. Biraya düşkün Bavyeralılar, her gün borsa çizelgelerini izleyip kronun değer kaybetmesiyle birlikte kendi ülkelerinde içecekleri bir litre bira için ödeyecekleri parayla Salzburg’da beş, altı ya da on litre içebileceklerini hesaplıyorlardı. Bundan daha cezbedici bir şey düşünülemezdi. Freilassing ve Reichenhall gibi komşu kentlerden çoluk çocuk herkes, karınlarının alacağı kadar bol bira içme keyfini yaşayabilmek için her gün bu tarafa akın ediyordu. İstasyonda her akşam sarhoşlar, böğürüp geğirenler ve kusan insan sürülerinin oluşturduğu tam bir curcuna yaşanıyordu. Küp gibi sarhoş olanların bazılarını trene bindirmek için, bavul taşımada kullanılan el arabaları kullanılıyordu. Daha sonra tren sarhoş naraları ve şarkılarıyla dopdolu olarak geldiği yere geri dönüyordu. Şen şakrak Bavyeralılar, korkunç bir rövanşın kendilerini beklediğini kuşkusuz hissetmiyorlardı. Çünkü kron istikrar kazanıp mark inanılmaz bir oranda düşünce, ucuza bira içmek için bu kez de Avusturyalılar, yine aynı istasyondan öteki tarafa geçmeye başladılar. Aynı oyun ikinci kez oynanmaya başlamıştı ama bu sefer ters yönde oynanıyordu. Her iki ülkedeki yüksek enflasyon sırasında yaşanan bu bira içme savaşı, benim en tuhaf anılarımdan biridir. Çünkü gözlemlediğim bu küçük komiklikler, o yılların tüm çılgınlığını belki de en açık bir şekilde ortaya koymaktadır.[4]

 

Ancak, gezmeyi sevmesi farklı hikâyeler dinlemeyi bilmesiyle ilişkilendirilebilecek bu gezici entelektüel, son olarak kaçmayı deneyimlemek durumunda kalıyor:

 

Paris, İngiltere, İspanya, Belçika ve Hollanda’da yaptığım bu meraklı yolculuklar ve Çingeneler gibi oradan oraya gitmeler aslında güzeldi ve pek çok bakımdan da verimli olmuştu. Ama insan başta yolculuğa çıktığı, sonunda da geri döneceği sağlam bir yere ihtiyaç duyuyor. Bunu artık gönüllü olarak dolaşmadığım, aksine bir şeylerden kaçmak zorunda olduğum bugün her zamankinden daha iyi biliyordum.[5]

 

Vatanı Avrupa’dan kaçmasının yıkıcı sonuçları oluyor. Onun –elbette otobiyografisinde yer almayan– intiharı da kelimenin kökensel anlamında bir şahadet, insanlığa karşı faşizmin yükselişine –kendine hakikatten kaçma şansı bırakmayan– ölümüne bir tanıklık olarak değerlendirilebilir.

 

 

[1] Çev. Kasım Eğit, Yadigar Eğit, Can Yayınları, 2017, s. 13.

[2] Age, s. 452.

[3] Age, s. 270.

[4] Age, s. 343.

[5] Age, s. 196.

 
Stefan Zweig
Dünün Dünyası
 

 


Diğer Blog Yazıları

Tümünü gör