Buba

Buba

Buba

Bilge kent. Sağduyulu kent. Barselona için böyle diyorlar. Ben bu kenti seviyordum. Güzel bir kentti, ikinci günden (ilk günden demek abartılı olurdu) sonra hemen alıştım. Ama kulüp ve insana tuhaf tuhaf bakmaya başlayan insanlar için aynı şeyi söyleyemem. Hep böyle olur, bunu deneyimlerime dayanarak söylüyorum. Önce taraftarlar senden imza isterler, bir merhaba demek için otelin kapısında beklerler, sevgi gösterileriyle seni rahat bırakmazlar. Sonra birkaç kez arka arkaya şansın yaver gitmeyecek olsa hemen tornistan ederler, tembelin teki olursun, gecelerini barlarda orospularla geçiriyorsundur, ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi? İnsanlar kazancınızla ilgilenmeye başlarlar, spekülasyonlar alır yürür, hesaplar yapılır, hatta seni açıkça hırsızlıkla ya da daha beter şeylerle suçlayan bir muhterem bile çıkabilir ortaya. Neyse, böyle şeyler her yerde olur, şahsen benim de başıma benzer bir şey gelmişti. Ama o zaman milli oyuncuydum, memleketimde oynuyordum, şimdi yabancı oyuncuyum; medya, taraftarlar, yabancılardan hep ekstra bir şey beklerler, seni bunun için almışlardır, değil mi ya!

(...)

Bir sabah antrenör telefon etti, yaşam biçimimin bir sporcuya yakışmadığını, buna son vermem gerektiğini söyledi. Tabii ben, tamam dedim, ama sadece bir uyarıydı, aynı minval sürdürdüm yaşamımı. Evet, sakatlığım sürerken, bizim takım tabloda aşağılara inerken, insan pazartesi günü gazeteyi açıp klasmanlara bakmaya utanıyordu, başka ne yapabilirdim ki?

(...)

Tam o günlerde Buba geldi. Takımın yöneticileri otelden çıkıp buldukları daireyi Buba ile paylaşmama karar verdiler. Tam antrenman sahalarının yanında, iki odalı sevimli bir daireydi, bir de küçük ama güzel manzaralı bir terası vardı.

(...)

Buba yeni evimize akşam dokuzda teşrif etti. Uzun süre televizyona bakmaktan gözlerim yorulmuştu, söylediğine göre o da kentteki spor yazarlarıyla basın toplantısındaymış. İlk başlarda arkadaşlık kurmamız biraz zor oldu, bazen düşününce, hani yakın arkadaş denir ya, hiçbir zaman tam arkadaş olmadığımız sonucuna varıyorum. Ama bazen de, uzağa gitmeye gerek yok, örneğin şimdi, sanırım ki evet, oldukça iyi arkadaştık, diye düşünüyorum, her halükârda eğer Buba'nın kulüpte bir arkadaşı olduysa o bendim.

(...)

Herkesin beklentisi acilen benim yerimi alacak bir oyuncu almalarıydı, yani bir sol açık, orta saha oyuncusu değil, çünkü Percutti zaten bu pozisyonda oynuyordu. Ama yöneticiler genelde oldukça aptal oluyorlar, ilk önlerine geleni alıverdiler, o da Buba oldu. Birçokları onu bir süre B takımında oynatacaklarını düşünüyordu. B takımı o aralar dibe vurmuştu, 2. lig B kategorisinde oynuyordu. Ama Buba'nın menajeri kabul etmemişti, kontratında açıkça belirtiliyordu: Buba ya birinci ligde oynardı ya da oynamazdı. İşte böylece ikimiz de kendimizi orada, antrenman sahasının yakınındaki dairede bulduk. Pazar günleri o yedekler kulübesinde bankı ısıtıyordu, bense sakatlığımdan kurtulmaya çalışıyordum, içinde olduğum melankolik hali size hiç anlatmayayım daha iyi.

(...)

Cumartesi günü maçımız vardı, perşembe günkü antrenmanda orta saha oyuncusu Palau ile olmayacak bir çarpışmada Percutti'nin dizi boku yedi. Böylece antrenör Buba'yı cuma günü antrenmana aldı, Herrera da ben de anladık ki cumartesi günkü maçta Buba oynayacak. Akşam bizi topladıkları otelde (kendi sahamızda, teorik olarak zayıf bir takımla oynayacak olsak da içinde bulunduğumuz durumda her maçın önemli olduğuna karar verilmişti) Buba'ya cumartesi günü oynayacağını söylediğimizde bizi sanki ilk kez görüyormuş gibi baktı yüzümüze, sonra herhangi bir şeyi bahane ederek tuvalete kapandı. Kısa bir süre sonra banyodan vahşi bir müzik sesi duyuldu. Buba'nın müzik seçimini, evde korkunç kasetçalarıyla odasına kapandığını Herrera'ya anlatmıştım, ama o daha önce hiç duymamıştı. Bir süre inlemeleri ve davul seslerini dinledik, sonra kapı açıldı ve Buba banyodan çıktı, sanki o da televizyona bakmak istiyormuş gibi gelip yanımıza oturdu.

(...)

Buba konuşmaya başladı, kana, Herrera ile benim kanıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Sanırım Herrera güldü, çok değil, kısa bir gülüş. Sonra içimizden birisi televizyonu kapattı, kim anımsamıyorum, belki Herrera'ydı, belki ben. Halledebilirim, dedi Buba, sadece birkaç damla kan, bir de suskun kalmamız, kimseye bir şey söylemememiz gerekiyormuş. Neyi halledebilirsin? dedi Herrera. Maçı, dedim. Anlamıştım, nasıl bilmiyorum ama hemen anlamıştım. Maç, evet, dedi Buba.

(...)

Bundan hemen sonra Buba'nın banyoya girdiğini anımsıyorum, yeniden çıktığında elinde bir bardak ve usturası vardı. Buba karşımıza oturdu, bardağı iki yatağın arasında tuttu. Sonra seri bir hareketle bardağı tutan elinin parmaklarından birini kaldırıp küçük bir kesik yaptı. Şimdi sen, dedi Herrera'ya. O da bu kritik görevi bulduğu tek sivri kesici alet olan bir kravat iğnesiyle tamamladı. Sonra sıra bana geldi. Ellerimizi yıkamak için banyoya gitmeye kalktığımızda Buba bizden önce davrandı. Bırak gireyim Buba, diye bağırdım kapıdan. Yanıt olarak biraz önce Herrera'nın acele edip (ya da bana öyle gelmişti) etnik müzik diye adlandırdığı müzik sesi geldi. (...)

Ertesi gün üç sıfır kazandık. İlk golü Herrera attı. O sezon attığı ilk goldü. Öteki ikisini Buba attı. Spor gazeteleri biraz çekingen, oyunumuzda belirli bir değişme olduğundan söz ediyorlardı, Buba'nın çıkarttığı muhteşem oyunun altını çiziyorlardı.

(...)

O gece zaferi kutladıktan sonra onunla konuştum. Büyüyü, sihiri, bardaktaki kanı sordum. Buba yüzüme baktı ve ciddileşti. Kulağını yaklaştır, dedi. Diskotekteydik, zor duyuluyordu. Buba kulağıma bir şeyler fısıldadı, önce anlamadım. Herhalde epey kafayı bulmuş olmalıyım. Sonra ağzını kulağımdan uzaklaştırdı ve gülümsedi. Yakında sen daha iyi goller atabileceksin, dedi. Tamam, çok iyi, dedim. O günden sonra olaylar birbirini izledi. Bir sonraki maçı, ki deplasmanda oynuyorduk, dört iki kazandık. İki golden birincisini Herrera kafayla, ikincisini Delève penaltıdan attı, öteki ikisini de Buba attı. İkisi de tuhaf gollerdi, ya da hikâyeyi bildiğim için bana öyle geldi. Ben onlarla gitmedim ama yola çıkmadan önce Herrera ile seremoniye katıldım, yani şu kesilen parmaklar, bardak, kan filan. Üç hafta sonra beni de çağırdılar, ikinci yarıda, 75. dakikada sahaya çıktım. Lig birincisi olan takımın evinde oynuyorduk, maçı bir sıfır kazandık. Golü 88. dakikada ben attım.

(...)

Ertesi pazar tartışmasız on birdeydim. Ve o günden sonra hayatımda attığım bütün gollerden fazla gol atmaya başladım. Herrera da bol gollü bir döneme girdi. Herkes Buba'ya bayılıyordu. Herrera ile beni de çok seviyorlardı. Bir çırpıda kentin kralları oluvermiştik. Her şey yüzümüze gülüyordu. Kulüp önüne geçilemez bir yükseliş dönemine girmişti. Kazanıyorduk, beğeniliyorduk.

(...)

Sonunda çok kötü başladığımız sezonu lig şampiyonu olarak bitirdik, Barselona'nın merkezinde ateşli kalabalığın arasından geçtik, belediyenin balkonundan adlarımızı haykıran bir başka ateşli kalabalığa hitap ettik, kupayı Montserrat Bakiresi'ne, Buba gibi siyah olan (inanılır gibi değil ama doğru) o Meryem'e armağan ettik, konuşamaz hale gelene dek röportajlara katıldık. Tatili Şili'de geçirdim. Buba Afrika'ya gitti. Herrera sevgilisiyle Karaipler'e uzandı.

(...)

Sonra lig başladı, maçtan önceki gece Herrera bizim evde bitti, konuyu açtı. Buba'ya ne olduğunu sordu. Bu yıl büyü yok mu? dedi. Buba güldü, büyü değildi, dedi. Büyü değilse neydi, diye sordu Herrera. Buba omuz silkti ve sadece onun anlayabileceği bir şey olduğunu söyledi. Sonra olaya önem vermediğini gösteren bir hareket yaptı. Herrera ısrar etti, yaptığı her ne idiyse Buba'ya inandığını söyledi. Bunun üzerine Buba yorgun olduğunu söyledi, yüzüne baktım, hiç öyle on dokuz-yirmi yaşında biri gibi görünmedi gözüme, otuz yaşın üstünde, bedenini fazla zorlamış biriydi karşımdaki. Herrera, hiç beklemediğim kadar sakin, gıpta edilecek bir tavırla kabullendi Buba'nın sözlerini. Konu kapanmıştır, hadi sizi yemeğe davet ediyorum, dedi.

(...)

Orada olduğumuz sürece ne büyüden ne kandan tek söz edilmedi. Filmlerden, yolculuklardan, ama deplasmanlardan değil keyif için yaptığımız yolculuklardan, ve başka şeylerden konuştuk. Restorandan çıkınca, tabii önce garsonlara, ahçıya ve yardımcılarına imza verdik, kentin boş sokaklarında bir süre yürüdük. Güzel kent, bilge, sağduyulu kent kimi heyecanlı kişilerin dediği gibi, ama aynı zamanda parıltılı kent, insan orada kendini iyi hissediyordu, benim içinse gençliğimin kenti. Evet ne diyordum, Barselona'nın sokaklarında yürümeye başladık, çünkü sporcular böyle zengin bir yemekten sonra bacakları çalıştırmak gerektiğini iyi bilir. Bir süre dolaştıktan, aydınlatılmış binaları (Herrera'nın sanki şahsen tanımışçasına adlarını saydığı önemli mimarların eserleri) gördükten sonra Buba daha ziyade hüzün kokan bir gülümsemeyle eğer istersek bir yıl önceki deneyimimizi yineleyebileceğimizi söyledi.

Bu sözcüğü kullandı. Deneyim. Herrera da ben de suskun kaldık. Sonra otoparka gittik, arabama bindik, bizim eve varana dek tek kelime konuşmadık. Ben kendi usturamla kestim parmağımı. Herrera bir mutfak bıçağı kullandı. Buba banyodan çıkınca bize baktı, süngerle su almak için mutfağa giderken ilk kez banyonun kapısını açık bıraktı. Herrera'nın kalktığını ama hemen sonra yeniden oturduğunu anımsıyorum. Sonra Buba gene banyoya kapandı, tekrar çıktığında her şey eskiden olduğu gibiydi. Ben bir viski içerek kutlamamızı önerdim. Herrera kabul etti. Buba başıyla hayır dedi. Kimsenin canı konuşmak istemiyordu, anladığım kadarıyla, sadece Buba bir şey söyledi. Buna ihtiyaç yok, artık zenginiz, dedi. Sadece bunu söyledi. Sonra Herrera ve ben viskilerimizi bir yudumda içtik ve hepimiz gidip yattık.

Ertesi gün lige maçı altı sıfır kazanarak başladık. Üç golü Buba attı, Herrera bir ben de iki gol attım. Muhteşem bir sezon oldu, insanların hâlâ hatırlıyor olmaları bana yalan gibi geliyor, çünkü aradan çok zaman geçti; ama iyi düşününce, belleğimi çalıştırınca, Avrupa'da Buba ile oynadığım ikinci ve son sezonun hâlâ hatırlarda olması mantıklı geliyor (büyüklenmemi bağışlayın). Siz maçları televizyonda gördünüz. Barselona'da yaşıyor olsaydınız çıldırırdınız. Ligi on beş puan önde bitirdik, hiç yenilmeden Avrupa şampiyonu olduk, sadece San Siro'da Milan'la berabere kaldık, öteki beraberliği evinde Bayern aldı. Gerisi hep zafer.

Buba o günlerin yıldızı oldu, İspanyol Ligi ve Şampiyonlar Ligi'nin golcü oyuncusu. Fiyatı göklere çıktı. Sezonun ortasında menajeri pazarlığa girişti, yeni fiyatını üç misline çıkarmak istedi. Kulüp bir sonraki sezon başında Juventus'a satmaya mecbur oldu. Herrera da birçok kulüp tarafından aranır oldu ama bizim kulübün aşağılarından geldiği için gitmek istemedi, ben Manchester'dan teklif aldığına tanık oldum, gitseydi daha fazla para kazanabilirdi. Bana da teklifler yağdı, ama kulübün Buba'nın gidişinden sonra beni bırakmak gibi bir lüksü yoktu, kontratımı ayarladılar ve kaldım.

O sıralar, çok geçmeden karım olacak bir Katalan'la tanışmıştım, sanırım kalmamda bu da etkili oldu. Pişman değilim. O sezon da İspanya Ligi'nde şampiyon olduk, ama Şampiyonlar Ligi'nin yarı finalinde Buba'nın takımıyla karşılaştık ve elendik. İtalya'da üç gol yedik, birini Buba attı. Gördüğüm en güzel gollerden biriydi, bir faul ya da sizin deyişinizle serbest vuruş golü, yirmi metreden fazla bir mesafeden, Brezilyalıların kuru yaprak, sonbahar yaprağı dedikleri, ayaktan çıkıyor gibi görünen sonra kuru yaprak gibi düşen bir top, Didí'nin böyle goller atmayı iyi bildiğini söylerler, ama Buba'dan hiç böylesini görmemiştim. Golü yediğimizde Herrera'nın bana baktığını anımsıyorum.

(...)

Bizim sahadaki rövanş maçı sıfır sıfır berabere bitti. Hayatımda oynadığım en tuhaf maçtı. Her şey sanki ağır çekimdeymişiz gibi gelişti, sonunda İtalyanlar bizi elediler. Ama genel hatlarıyla unutulmaz bir sezon oldu. Gene lig şampiyonu olduk, Herrera ve beni Dünya Kupası için milli takımlarımıza çağırdılar, Buba'dan gelen haberler olağanüstüydü. O da İtalyan Ligi'ni (ünlü scudetto) ve birbiri ardına iki yıl Şampiyonlar Ligi'ni kazandı. Günün oyuncusuydu. Bazen telefon ediyor, havadan sudan konuşuyorduk. Her yılkinden daha kısa olacak tatile (o yıl yabancı oyuncular Dünya Kupası için neredeyse nefes almadan kampa alınmıştık) çıkmadan kısa süre önce haber spor gazetelerinin ilk sayfasında çıktı: Buba Torino havalimanına giderken yolda bir trafik kazasında ölmüştü. Donduk kaldık. Ne diyebilirim ki. Elimiz yüreğimizde donduk kaldık. Dünya Kupası bir rezaletti. Şili ikinci turda elendi, bir tek maç bile kazanamadık. İspanya ikinci tura bile geçemedi, gerçi onlar bir maç kazandılar. Benim oyunum, siz de anımsayacaksınız, felaketti.

(...)

Sonra zamanla başka ligler, başka Dünya Kupaları, başka arkadaşlar gelip geçtiler. Barselona'da altı yıl daha kaldım. İspanya' daysa on yıl. Daha birçok kutlama geceleri oldu ama hiçbiri o eski günlerle karşılaştırılamaz. Futbolu Colo-Colo'da oynarken bıraktım, ama artık sol açık olarak değil orta sahada oynuyordum, sol açık pozisyonu kısa ömürlüdür. Sonra zamanımı spor mağazamda geçirmeye başladım. Antrenör de olabilirdim, kursu tamamlamıştım, ama doğrusunu isterseniz bıkmıştım. Herrera birkaç yıl daha oynamayı sürdürdü. Sonra kalabalıkların sevgisini kaybetmeden ayrıldı. Yüzden fazla uluslararası maçta oynadı (ben sadece kırk üç kez oynadım), futbolu bırakınca Barselonalı taraftarlar az görülen bir jubile yaptı kendisine. Şimdi kentte bilmem kaç firması var ve hayat, tahmin edeceğiniz gibi, yüzüne gülüyor.

* Katil Orospular, Çev. Peral Bayaz Charum, Metis Yayınları


Diğer Blog Yazıları

Tümünü gör